Gaziantep’ten polisiyenin zirvesine Ahmet Ümit’in hikayesi

StoryBox’ın bu haftaki konuğu Türkiye’nin en önemli romancılarından Ahmet Ümit. Gaziantep’te büyük bir ailede doğan ve uzun bir yolculuktan sonra edebiyet dünyasına adım atan Ahmet Ümit, yazdığı polisiye romanlarla milyonlarca okuyucu ile buluşuyor. Edebiyat dünyasına girene kadar aktif olarak siyasi olayların içerisinde yer alan ve birçok defa ölümden dönen Ümit, hayatının bir bölümünü de Moskova’da geçiriyor. İlk yazdığı hikaye 40 dilde birden yayınlanan Ümit’in romanları da 34 farklı dile çevrildi ve 100’ün üzerinde ödül. Ahmet Ümit, Gaziantep’ten başlayarak ilk zamanlar çok küçümsediği polisiyenin zirvesine çıkan hikayesini, kırılma anlarını, romanlarını nasıl yazdığını ve tüm detayları ile StoryBox’ın Youtube kanalında anlattı…

Türkiye’nin en önemli romancılarından olan Ahmet Ümit’in hikayesi 1960 yılında Gaziantep’te büyük bir ailede başlıyor. Dedesi ve babası halı kilim işi yapan, annesi de terzi olan Ahmet Ümit 7 kardeşli ailenin en küçüğü. Gaziantep’te büyük bir evde geçen çocukluğunu, bağlarda bahçelerdeki oyunlarını, haraflardaki yüzme keyfini ve sokak yaşamını çok mutlu bir şekilde hatırlıyor. Şu andan 62 yıl geriye gidip dönemin Gaziantep’ine baktığımızda elbette ki sanayileşmenin pek olmadığı ve el dokuma tezgahlarıyla işlerin yapıldığı, tarım ve hayvancılığın hüküm sürdüğü ve neredeyse herkesin birbirini tanıdığı bir şehirden söz ediyoruz. Belki şimdiki köylerden hallice diyebiliriz.

Yazıyı okuyanlar ilk etapta Ümit Ailesi’nin dönemin Antep’inin işinde gücünde sıradan ailelerinden biri olduğunu düşünebilir ama durum pek öyle değil. Başta dedesi olmak üzere tüm aile okumaya son derece meraklı insanlardan oluşuyor. Abilerinin biri Londra’da, biri İstanbul’da, biri de Ankara’da okuyor. Dolayısıyla Ahmet Ümit’in 60-70 arasındaki çocukluk dönemindeki Gaziantep’e hem Londra’nın hem de İstanbul ve Ankara’nın rüzgarları geliyor. Söz konusu yıllar aynı zamanda yoğun politik günlerin yaşandığı 68 dönemi. Hem dünyada hem Türkiye’de büyük çalkantılar var, gençler özgürlük istiyor, kalıplar kırılıyor, yeni bir dünya doğuyor. İşte Ahmet Ümit’in çocukluğu tam o durumda geçiyor. Kendisi o yılları şöyle anlatıyor:

HARİKA BİR ÇOCUKLUK

“Olağanüstü rengarenk bir çocukluk yaşadım. Hani o dizilerde gördüğünüz geniş evler var ya, bizim de 10 odalı bir evimiz, evin ortasında bir tane ceviz ağacı vardı. Annem yazları dikiş makinesini onun altına kurar, kızlar da etrafında toplanırdı. Bir de Antep demek yemek demektir. O şahane yemeklerin arasında, o yemekleri tadarak büyüdüm. Hayata iyimser bakmamda ve genellikle gülümsüyor olmamda bu çocukluğumun çok çok önemli olduğunu düşünürüm. Antep kültürü de benim için çok önemlidir, çünkü 18 yaşıma kadar orada yaşadım, çocukluk ve ilk gençlik yıllarım ki, aslında bu insan hayatını belirleyen en önemli yıllardır.

Antep’te her şeyi üzerinde bir dayanışma kültürü vardı, komşular birbirine çok yardım ederlerdi. Yiğitlik kültürü mesela, biz kavga ederdik, 2 çocuk birebir kavga ederlerse kimse karışmazdı. Ama iki çocuk birini döverse o iki çocuğun kulakları çekilirdi. Çünkü yeke yek dövüşmek lazım. Bütün bu kültürler içerisinde büyüdüm.

Babam dindar bir adamdı ama çocuklarını okutmakta beis görmedi. Bazı insanlar dindar olduğu için çok iyi insanlara dönüşürler, din benim babamı da iyi bir insan yaptı. Annem de çok aydındı, romanlar okurdu, masallar dinlerdi, bunları ayrı ayrı anlatırdı. Annemin babası olan dedem de okumaya çok değer veren bir adamdı. Atatürk’ü çok seven tam bir cumhuriyet adamıydı. Zaten
abilerimin böyle okullara gitmesinde daha çok dedemin etkisi olduğunu söyleyebiliriz. Çocukların hepsinin okumasını isterdi, babam da buna rıza gösterirdi. Annem başından beri desteklerdi. O günün Gaziantep’inde belki ilerici bir aile diyemeyiz ama dünyaya açık bir aileydik. Çocukların hepsi o dönemden etkilenerek solcu oldu.”

AİLEDEN SOLCU

Ahmet Ümit’in solcu olması da aileden geliyor. Üniversite okuyan solcu abilerinden etkilenerek 14 yaşında o da solcu olmaya karar veriyor. Tabi bir de o dönem solcu olmanın havalı görünme hali var. Şöyle anlatıyor:

“12 Mart’ta bir askeri darbe yapıldı, bir faşist cunta vardı, bu faşist cuntadan çıkılıyor ve demokrasiye dönülüyor. Deniz Gezmişler idam edilmiş, Mahir Çayanlar öldürülmüş ve bütün gençler bunlara hayran. Trend deniyor ya, o zaman solcu olmak trenddi. Kızlar solcu çocuklara bakıyorlar. 14 yaşımda abilerimden dolayı ve herkes de beni fark etsin diye tabi ki solcu oldum. Ama işte Kapital’i okudum çok beğendim, Marks’ın görüşlerine hayran oldum durumu yok. 14 yaşında bir çocuk kimliğini arıyor, herkes beni fark etsin istiyor… Öne çıkmayı seven de bir çocuktum, konuşuyordum, kavga dövüşte de biraz ataktık hani, öyle bir halimiz vardı. Birden bire kendimi sol bir örgütün içinde ve okulun solcu liderlerinden biri olarak buldum. Daha 15 yaşında forumlarda filan konuşan militan ruhlu birine dönüştüm.”

LİSEDE SÜRGÜN EDİLDİ

Ahmet Ümit’in bahsettiği yıllar, şimdi herkese biraz nostalji gelse de içinde yaşayanlar için pek de keyifli yıllar değil. Sağ-sol kavgasının zirve yaptığı, gençlerin birbirine kırdırıldığı, sokakların parsellendiği ve kör kurşunun nereden geleceğinin belli olmadığı karanlık yıllar. Aynı anda bir Anadolu kentinde solculuk kavgası vermek de başlı başına riskli bir durum. Şöyle devam ediyor:

“Türkiye’nin en korkunç dönemlerinden biriydi, sol-sağ kavgasında bizi birbirimize vurdurtuyorlardı, birbirimizi öldürüyorduk. Ben de bir kere vuruldum, dayak yedim, karakollara çok gittim. Benden önce Ankara’daki abim DevGenç davasından hapse girmişti. En son lisenin bitmesine 1 ay kala Gaziantep sınırları içinde okuyamaz diye sürdüler, sürgüne gittim. Ama bir yandan da o dönem şahane bir dönemdi benim için. Şöyle ki, özgür bir dönemdi, büyük inisiyatifler aldığımız dönemdi. Mesela mitinglerde valiyle, emniyet müdürüyle, okul müdürüyle pazarlığa girebiliyorduk. Keşke tabi şiddet olmasaydı, keşke terör olmasaydı, keşke düşünerek ve tartışarak yapsaydık, çok daha iyi olurdu. Ama o günleri yaşadığım için pişman değilim. Çok önemli izler bıraktı bende.”

RASTLANTI SONUCU YAŞIYORUM, ÇOK ARKADAŞIM ÖLDÜ

Ahmet Ümit’in liseden sonra Marmara Üniversitesi Kamu Yönetimi bölümünü kazanması ile İstanbul serüveni başlıyor. Başlarda babası okuduğu bölümden kaymakam çıkıyor, banka müdürü çıkıyor diye sevinse de sonra bir bakıyor ki eski tas eski hamam. Ondan sonra da korkmaya başlıyorlar İstanbul’da bir şey olacak diye, ki gerçekten de olabilirdi, çünkü çok arkadaşını kaybediyor o dönemde. Şöyle anlatıyor:

“Rastlantı sonucu yaşıyorum ben. 1980’deki darbe öncesi 3 arkadaş bir yerde oturuyoruz, içimden bir ses ‘kalk şuradan bir şey al’ dedi. Kalktım, birkaç dakika sonra bomba patladı, 3 arkadaşım paramparça oldu. Ölümle yan yana yaşanan bir süreçti bu. Her akşam oturuyoruz arkadaşlarımızla yiyoruz, içiyoruz, üniversitede kantindeyiz, ertesi gün öğreniyoruz arkadaşımız vurulmuş. Korkunç bir dönem, korkunç bir zaman. Üniversite öğrenciliğinden çok politik eylemlerle geçiyor ömrüm. En çok gittiğim yer, sinemalar, tiyatrolar değildi, mezarlıklardı. Çünkü her hafta bir arkadaşımın cenazesini kaldırıyordum.”

Üniversite hayatı devam ederken 1981 yılında evleniyor. 12 Eylül darbesinden sonra da yer altına geçiyor ve eylemlere orada devam ediyorlar. O dönem yasal bir parti olan eski Türkiye Komünist Partisi’ne bağlı İlerici Gençler adlı örgütü yönetiyor. Aynı dönemde kızı da doğuyor…

“Yer altında diktatörlüğe karşı mücadelemiz devam ediyor ama biz terörist değiliz, silahlı bir şey yapmıyoruz. Kahrolsun askeri cunta, kahrolsun diktatörlük diye insanlara bildiriler dağıtıyoruz, dergiler çıkarıyoruz, bir takım eylemler örgütlüyoruz. Hani 2. Dünya Savaşı’nda Alman faşizmine karşı dövüşen direnişçiler vardır Fransa’da, Yugoslavya’da biz onlar gibiyiz. Onlar tabi işgal olduğu için silah da kullanırlardı, biz kullanmıyoruz.”

HAYALLERİNİN ŞEHRİ MOSKOVA’DA BÜYÜK HAYAL KIRIKLIĞI

1983 yılında okul bittikten sonra Türkiye Komünist Partisi onu Moskova’ya yolluyor. Moskova, o ana kadar Ahmet Ümit’in hayallerinin şehri. Ancak gördükleriyle aklındakilerin orada pek birbiri ile uyuşmadığını görüyor. Şöyle anlatıyor:

“Marksizim Leninizim enstitüsü var Moskova’da, oraya gittim fakat o benim için hayal kırıklığı oldu. Uğruna dövüştüğüm ideal toplum bu değildi. Bazı sorunları çözmüşlerdi ama insanlar mutsuzdu. Ben böyle bir toplum için dövüşmem, insanlar öyle bir toplumu arzu etmezler. Patronlar yok ama devlet var, et, süt, ulaşım çok ucuz ama hayat kalitesi yerlerde sürünüyor. Herkes birbirine benzemeye başlamış, insanların yaşama sevinci ölmüş. Kafamdaki ideal toplum bu değil. Devlet öyle bir çökmüş ki toplumun üzerine tek bir parti var, o tek partinin söylediği şey var, rekabet yok, o tek parti ne söylerse o doğru. Halbuki biz tek sesliye karşı olduğumuz için sosyalizmi seçmişiz, insanlar mutlu, özgür olsun rahat yaşasın diye…

Tamam sokakta yatan kimse yoktu ama bir evde iki aile yaşıyordu, böyle çözmüşler. Ama bu kazanımlar ideal bir toplumu yaratmayı yetmiyor, nitekim yenildi… Niye yenildi, insanlar sahip çıkmadı sosyalizme, çünkü özgürlük yok, çoğunluk yok, insanlar gerçekleştiremiyor. Güçlü toplum yaratmanın tek yolu, güçlü bireyler yaratmaktır. Sen bireyleri zayıf kılarsan o toplum güçlü olmaz, parti, devlet güçlü olur.”

YAZMAYA NASIL KARAR VERDİ?

Ahmet Ümit yazmaya Moskova’da iken karar veriyor. Aslında İstanbul’dayken de kısa hikayeler yazıyor. Hatta ilk yazdığı hikayelerden biri, o zaman Prag’da 40 dilde yayımlanan Barış ve Sosyalizmin Sorunları adlı dergide yer buluyor. ilk hikayesinin 40 dilde birden yayınlanıyor olması kendisine büyük bir motivasyon sağlıyor ve yazarlık fikrini aklına düşürüyor. Bunun üzerine 3 yıl sonra Moskova’ya gittiğini ve manzarayı da görünce ‘bir dakika’ diyor ve gerisini şöyle anlatıyor:

“Benim düşüncelerim değişmedi, hala savaşın, sömürünün olmadığı adil yaşamı öneriyorum. Ama bunu bir parti olmadan yazarak da yapabilirsin, senden önce bunu yapan insanlar var, bunların partisi yoktu. Nazım’ın partisi vardı ama Nazım da partiyi aşan bir adam. Türkiye Komünist Partisi dediğinde çok az insan bilir ama Nazım dediğinde herkes bilir. Dedim ki sen yazar olabilirsin, yazar olmalısın. Buradan böyle çıkabilirsin. Çünkü politika daraltıyor, sınırlıyor ama sanat kucaklayıcı, kapsıyor. Böylece ben orada yazar olmaya karar verdim. Moskova’nın yararlarından biri buydu. Bir başka yararı daha vardı. Bizimki enternasyonalist bir okuldu, yani Nikaragua’dan Yemen’e kadar, İspanya’dan Brezilya’ya kadar her çeşit insan vardı. O insanlarla orada yaşıyor olmak, bir yazar için inanılmaz bir deneyim, inanılmaz bir bakış açısı sağladı. Bugün gençlere de hep derim ki mutlaka yurt dışına gidin. Bir şeyi iyi görebilmemiz için araya mesafe koymamız gerekiyor, görmek için uzaklık lazım. Yurt dışına giderseniz ülkenizi daha iyi görebilirsiniz.”

POLİSİYEYİ ÇOK KÜÇÜMSERDİM

1989 yılında ilk şiir kitabım Sokağın Zula’sı yayımlayan Ahmet Ümit, 1993 yılında ise Çıplak Ayaklı Gece adlı hikaye kitabını yayınlar. O hikayelerin içindeki bir öyküyü okuyan Halit Aygun adındaki bir abisi bunu çok beğenir ve Ahmet Ümit’e ‘sen aslında polisiye yazıyorsun’ diyor. Devamını şöyle anlatıyor:

“Ya bir zoruma gitti, bir zoruma gitti. Çünkü bilmiyorum polisiyenin ne olduğunu ve küçümsüyorum. Agatha Christie’yi de küçümsüyorum. Bu aslında benim cahilliğim, fakat yazıyorum ve bundan hoşlanıyorum. Niye hoşlanıyorum biliyor musunuz, 14 yaşımdan 30 yaşıma kadar, 16 yıl kaçmaca, 16 yıl adrenalin, 16 yıl kavga, 16 yıl ölüm korkusu, 16 yıl yakalanmayayım bununla yaşamışım ve sürekli vücut adrenalin istiyor, adrenalin. Polisiyeyi yazarken yaşıyorum. Bundan sonra dedim madem polisiye yazıyorum, bir anlayayım nasiı bir şeymiş bu polisiye. Gerçekten okumaya başlayınca polisiyeyi küçümsediğim için utanç duydum kendimden.

34 FARKLI DİLDE YAYINLANDI

Shakespeare’in Hamlet’i, Dostoyevski’nin Karamozov Kardeşleri, Suç ve Ceza’sı bunların hepsi polisiye. Bunların hepsini seviyorum. İlk kitabımı Sis ve Gece’yi yazdım polisiye. Çok büyük yankı uyandırdı, fakat satmıyor. Yani 4 bin bastılar, 2 bin 500 filan bir yılda ancak sattı. Ama bütün gazetelerde çıktım ben, Türkiye’de polisiye çok yazılmıyor. Ama devam ettik, ondan sonra Kar Kokusu, ardından öteki romanlar… 6 yıl sonra Patasana diye bir roman yazdım, ilk kez 15-20 bin okura ulaştı. O ilk kırılım noktasıydı. Ondan sonra okurum artmaya başladı. 2010 yılında İstanbul Hatırası’nı yazdım ve 100 bin adet bastı. Bu artık büyük bir rakamdı. Bu arada sadece ülkede değil, Sis ve Gece Yunanistan’da yayınlandı. Bu da yabancı dile çevrilen ilk Türk polisiyesiydi. Yabancı dil serüvenim başladı benim. O da çok hızlı olmadı, ağır ağır. Bugün 34 farklı dilde, 100’ün üzerinde ödül almış bir yazarım.

En çok kitaplarımın satıldığı ülkeler, Yunanistan, Bulgaristan, Almanya Arap ülkeleri, Çin, İspanyolca konuşulan ülkeler. Normalde şöyle olur, bir yazarın bir kitabı bir ülkede yayınlanır ve ardından eğer o ülke eğer sizin 2’nci, 3’üncü, 4’üncü kitabınız yayınlanıyorsa bu kıymetlidir. Mesela Bulgaristan’da 9, Yunanistan’da 9, Almanya’da 7 kitabım yayınlandı. Bu şu demektir, oradaki okurun ilgisini çektiniz, oradaki okur sizin kitaplarınızı okumaya başladı. Bu da çok anlamlı. Bugün artı şunu söylemek mümkün, ben polisiye yazarken ne yapıyorum, katil kim sorusu etrafında metinler yazmıyorum, benim kitaplarımın hepsi kültür kitabıdır. Dünya kültürüne dünya uygarlığını belirlemiş olan büyük uygarlıklardan bahsediyorum. Ben işte bunları romanlarımda anlatmaya başladım.”

ROMANLARIMDA DÜNYA TARİHİNİ ÖĞRENİYORLAR

Ahmet Ümit’in katil dışındaki kültürel meseleleri anlatması Patasana romanıyla başlıyor. Patasana romanı Gaziantep’te Kargamış kentinde geçen bir hikaye. Devamını şöyle anlatıyor:

“Bir gün oraya pikniğe gitmiştik. Yolda giderken Fırat kenarında birden harabe, antik bir kent gördüm. Çok etkilendim, çünkü bunlar benim hemşerilerim. Bunun üzerine Patasana’yı yazdım. Bize okullarda anlatılan tarih son derece sıkıcı ve bayat. Aslında zevkli, renkli, zengin bir tarihimiz var. Bunu anlatmaya başladım. Aslında benim kitaplarımın çok okunmasının altında yatan nedenlerden biri de budur. İnsanlar merak ediyorlar, evlerinde otururken onlara bir serüven yaşatıyorum, ama aynı zamanda bu serüvenleri yaşarken öğreniyorlar. Ülkelerinin tarihlerini, Fatih Sultan Mehmet’i, Mevlana’yı, Hititleri, Roma’yı, İstanbul’un tarihini öğreniyorlar. Müthiş bir şey onlar için. Öğretmenler sevdi, çocuklarına önerdiler, çocuklarının okuma zevki gelişti. Böylece müthiş bir okul kitlesi oluştu. Muhtemelen şu ana kadar Türkiye’de 20 milyona yakın kitabım satılmıştır.

Muhteşem bir okur kitlesi var, yüzbinler değil, milyonlar. Gittiğim her yerde yüzlerce insan geliyor, kolum sakatlandı imza atmaktan daha yeni toparladık. O insanlara çok saygı duruyorum, ben olsam yapar mıyım bilmiyorum., 3 saat çoluğuyla çocuğuyla, sevgilisiyle duruyor ve o kitabı imzalattırıyor. İmzada ne yazıyorum ya, Mehmet’e sevgilerimle. Bana kıymet veriyor, olağanüstü bir şey. Sevdiğim bir işi yapıyorum ve sevdiğim iş beni mutlu ediyor.”

İŞÇİ GİBİ HER SABAH KALKAR VE ÇALIŞIRIM

Ahmet Ümit şimdiye kadar 25 tane kitap yazdı. Bu kitapları yazabilmek de müthiş bir emek ve çaba gerektiriyor. Peki bir kitabı yazma süreci nasıl ilerliyor?

“Ben bir işçi gibi çalışırım, her sabah çalışırım, kahvaltımı yaparım, bilgisayarın başına otururum. Her zaman yazamayabilirim elbette, hatta bazen de bilgisayarın başına da oturamayabilirim ama her zaman aklımda bu vardır. Bunu yaptığım için iki yılda bir bir kitap çıkarırım. Şu anda bir Ahmet Ümit var, bir yazar ve onun bir tarzı var. O Ahmet Ümit’e zarar vermemek için çıkaracağım kitabın beni tatmin etmesi gerekiyor. Bekleyenler var olgunlaşmayan, olgunlaştığı zaman yayınlarım.

Sükunetin olduğu her yerde yazarım. İmza için davet ediliyorum gidiyorum yurt dışına, oradan romanlar çıkarmaya çalışırım. Ben İstanbul’la ilgili bir şey yazarken bunun bağlantısını Roma’da bulurum, Floransa’da bulurum, New York’ta bulurum. Kayıp Tanrılar Ülkesi’ni yazarken, bizim buradaki Pergamon Altarı’nı alıp götürmüşler, Berlin’de müze yapmışlar. Her türlü bağlantıyı bulurum ve onları yazarım. Gezmek çok çok önemli bir şeydir benim için. Bu fırsatım da var. Okurlar bana şöyle dediler, ‘ey Ahmet Ümit sen başka bir iş yapma biz senin kitaplarını alacağız okuyacağız, sen git bize roman yaz’. Böyle bir anlaşma var aramızda. Ben de onlara en iyi romanları yazmaya çalışıyorum.

ARABAM YOK, TOPLU TAŞIMA KULLANIYORUM

Edebiyat çevresinden çok fazla arkadaşım yoktur. Onlarla aram iyidir severim ama arkadaşlarım çok eskiden gelen arkadaşlarım, çocukluktan gelen arkadaşlarım var, bir iki tane edebiyattan gelen arkadaşlarım var. Geçen gün otobüs bekliyorum, arkamdan yandaki kahvehanenin garsonu geldi, abi bir kahve içelim… Ben böyleyim. Buraya neyle geliyorum, metroyla, otobüsle. Araba kullanmıyorum, araba almıyorum ihtiyaç yok çünkü. Toplu ulaşım araçlarını kullanıyorum.

Yılda aşağı yukarı korsan hariç, 750 bin üzeri kitabım okunur. Onu 3 ile 4 ile çarpmak lazım. Bir eve girdiğinizde kardeşiniz var, arkadaşınız gelir bunu alayım der. Bu çok büyük bir rakamdır. Okurlarımın büyük bölümü, yüzde 70’i, 13 yaş ile 40 yaş arası. İstatistiğini yaptırdım. Bu çocukların büyük bölümü de öğrenci. O nedenle mümkün olan en alt düzeyde fiyatlarını tutmaya çalışırım. Başka yayınevlerine bakarsanız benim kitaplarla kıyaslarsanız benim kitaplar makul düzeydedir.

PARA KAZANILIR AMA BU ÇOK UZUN BİR ÇALIŞMA

Peki yazarlıktan para kazanılıyor mu? Şöyle yanıtlıyor:

“Tabi ki ama bu çok uzun bir çalışma. 82’de ilk hikayeyi yazdık, tam 40 yıl olmuş. Bu 40 yılın son 10 para kazanmaya başladım. Bu paralar milyar dolarlar değil ama başka bir iş yapmamı gerektirmeyecek, benim sadece yazmamı sağlayacak, yazmam için gerekli seyahatleri, gerekli kitapları almamı sağlayabilecek bir para. Edebiyat dünyasında 10 kişi falanız bunu yakalayabilmiş olan.”

Ahmet Ümit’e göre kitabın çok okunması ya da toplumun değişmez bir kültür aracı olması için yapılması gereken şey çok basit: “Çocuğumuz oluyor bizim, ne yapıyoruz bu çocuğun beslenmesi için, peynirdi, yumurtaydı, etti, sebzeydi, bunlarla beslensin diyoruz. Peki çocuğun ruhunun beslenmesi ne olacak. Kitap, tüketilmesi zaruri bir madde olması gerekiyor. Nasıl yumurta, nasıl peynir, nasıl sebze zaruriyse, aile diyecek ki, çocuğumun yetişmesi için Dede Korkut masallarını, filan kitabı, romanı okuması lazım. Çocuğu böyle yetişmesi lazım. Ama bunun için tabi ne lazım, o anne babanın akşam evde kitap okuması lazım. Bu olduğu zaman Türkiye kitap okuyan bir ülke haline gelir.”

YAZAR OLMAK İSTEYEN GENÇLERE TAVSİYELER

Ahmet Ümit’e en çok gelen sorulardan biri ‘yazar olmak istiyorum, ne yapmalıyım?’Peki o ne cevap veriyor?

“Ben bu gençler gibiydim, genceciktim ilk hikayelerimi yazıyorum. Bir tane yazara gidip görüşeyim dedim, gittim. Abi böyle durdu, dedi önce İngilizce öğreneceksin. Fransızca, Latince öğreneceksin, felsefeyi kavrayacaksın. Yazma diyor yani adam bana, yazma. Asla böyle yapmayın arkadaşlar. İngilizce tabi öğrenin, ya da başka bir yabancı dil mutlaka öğrenin ama önce yazın. İçinden yazmak geliyorsa durma. Otur bilgisayarın başına geç, kalemin varsa kalemini al ve yaz. Ne yazmak istiyorsan yaz. Yazarken elbette bolca oku. Yabancı dilden yabancı yazarlar, Shakespere’i İngilizce oku okuyabiliyorsan, Dolstoyevski’yi Rusça oku okuyabiliyorsan. Çok güzel olur. Felsefe öğrenmelisin ama önce yaz, kendinin eleştirmeni ol, kendini eleştir, en önemli şey bu. Yazmak için sana gerekli en önemli iki şey şudur, bir hayal dünyası, iki dil. Türkçeyi çok iyi bilmen lazım. Bunları bildikten sonra yaz ve inat et. Çünkü diyecekler ki yazar mı olacaksın? Bana dediler, yazar olup ne olacaksın.. Olur, oluyor inat et, Türk gibi başla, İngiliz gibi devam et. Biz çok hızlı başlarız, sonra sıkılırız. Sıkılma devam et. Bence bu sadece yazarlık için değil, bütün meslekler için geçerli.

Gençlere şunu önermek isterim… Ne istediğinizi bilmek çok önemli, mümkünse şunu önce bilebiliyorsanız, ben doktor, seyyar satıcı, barmen ne istiyorsanız, önce buna karar verin. Neyi seviyorsanız, bu sevdiğiniz işi biliyorsanız bunun üzerinde yoğunlaşın. İnatla bunu yapın. Bir anda para kazanmak falan öyle bir dünya yok, onlar sahtekarlar, üç kağıtçılar onlar. Öyle bir şey yok, emek var. İyi bir şey yapacaksanız emek harcayacaksınız. Ahlak da namus da budur. Emek harcamak, çabalamak ve bunun sonucunda karşılığını almak. Çoğunlukla karşılığını alamayacaksınız, bu sistemde zor. Ama mutlu olursunuz, küfrederken bile içiniz rahat olur paranızı almadığınızda. O yüzden inat, doğru iş seçimi ve bunun için yoğun çaba. Böyle olunca işler yolunda olabilir. Hayat bir mücadeledir diyeceğiz ve bunu sürdüreceğiz.

spot_img

SON YAZILAR

BUNLAR DA İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR