Ligimizin zorluğu tam palavra / Felsefe mezunu yorumcu Cem Dizdar’ın hikayesi

SportBox’ın bu haftaki konuğu gazeteci ve spor yorumcusu Cem Dizdar… TV programındaki sert ve keskin yorumlarıyla bilinen Dizdar, Samsun’da başlayan hikayesini, yaşadıklarını, geldiği süreci ve spora dair görüşlerini anlattı. Radyodan ismini duyup gönül verdiği Beşiktaş’ın hiçbir maçını kaçırmadığını belirten Dizdar, Fenerbahçe’nin genç yıldızı Arda Güler’den Galatasaraylı Kerem Aktürkoğlu’na kadar farklı konularda açıklamalar yaptı. “Benim huysuzluğum yalana yanlışa” diyen Cem Dizdar, “Türk futbolundaki en büyük palavra, ‘burası çok zor bir lig’ denmesi… Yok öyle bir şey. Türkiye Ligi çok kolay. Kimseyi yenemiyorsun. Şuradan kapıdan dışarı çıkıyorsun, Kapıkule’yi geç çantanı açmadan eve gönderiyorlar” sözlerini sarf ediyor. Cem Dizdar, hikayesini Sportbox’a anlattı…

Bir ilkokul öğretmeninin çocuğu olan Cem Dizdar’ın hayatı ilkokul 2’ye kadar köyde geçer. Bütün çocukların kışın ısınmak için evlerinden okula odun kömür getirdiği köy okullarından birinde başlar eğitim hayatına.

Şehirle tanışması ise 9 yaşında olur. Önce Giresun, hemen ardından da Samsun’a gelirler. O dönemler herkesin birbirini tanıdığı, yemek alışverişinin olduğu, ailelerin çocukları sokakta diye kaygılanmadığı, birilerinin mutlaka birilerini koruduğu, bolca kavga gürültünün olduğu dönemler. Klasik bir mahalle hayatı yani. Dizdar’ın futbolla ilk tanışması da buradaki stadyumda maçları seyretmesi ile başlar.

Kendi ifadesi ile önce ortaokul, sonrasında ise ‘kırık dökük’ geçen bir lise hayatının ardından Samsun’da üniversitede matematik bölümünü kazanır. Okumayı çok seven bir genç olan Dizdar, matematik bölümünde iki yıl okuduktan sonra İstanbul’a gelir ve felsefe okumaya başlar. Okurken bir yandan da çalışması gerekmektedir ve kader onu Sabah Gazetesi’ne sürükler. Böylece gazetecilik hayatı da başlamış olur. Dizdar çok uzun yıllar gazetecilik yapsa da artık futbol yorumculuğu kendisi ile özdeşlemiş durumda. Aslında bu durum biraz da canını sıkıyor:

“Ben sadece futbolla sınırlı kalmak istemeyen, gezegenin sorunlarından müziğe ve edebiyata dair çok konuşan biri olarak, beni sokakta gören insanların sadece futbol topuyla özdeş hale getirmeleri biraz canımı sıkıyor. Ama o durumu anlıyorum. Benimle ne konuşur ki beni tanımayan insan? Oturup çocukluğumu, ne okuduğumu, dünyaya nereden baktığımı konuşacak hali yok, haklı olarak ‘bizim takım şampiyon olur mu’ diye benden bir kehanet bekliyor.”

İNSANLAR ÇOK AZ ŞEY BİLİP BENİ UKALA BULUYOR

Cem Dizdar genelde izleyici tarafından biraz ‘ukala’ bulunan bir isim. Yanlış anlaşılmasın, bunu biz değil kendisi söylüyor. Aslında Dizdar, hayata dair çok şeyler söylüyor, ama anlamak isteyene, anlamakla öğrenmekle derdi olana… Şöyle anlatıyor:

“Biraz ukala buluyorlar beni, her şeyi biliyorsun diyorlar. Ama ben bunu söyleyen insanların çok az şey bildiğini biliyorum. Bilmedikleri için çok sayıda insan acıyla yaşıyor, halbuki bilseler, acıyı halletmenin veya azaltmanın da yollarını bulacaklar. İnsan öğrendikçe daha çok şey öğrenmek istiyor, öğrendikçe kaygılanıyor. Öğrendikçe olumsuz gidişi görür hale görüyor, o gördüğü şeyi değiştirmek, dönüştürmek istiyor. Yoruluyorsun ama hayat da böyle bir şey. İnsan yorulmasa bilim olmaz ki.

Bazen bana çocuklar geliyor, ‘ne okuyalım’ diyorlar, ‘ne bulursanız okuyun’ diyorum ama ben onların ne sorduğunu biliyorum. Senin gibi konuşabilmek için ne okuyalım diyorlar aslında. Kitaplarda formüller var, bu yaşam koçları var ya, sabah kalkınca şunu yap, kendinle barış, onu düşünme diyor. Ya nasıl düşünme? Onu düşünmezsem niye kendim olayım? Olumsuzluğu kafanızdan atın diyor, olumsuzluğu kafamdan atarsam, olumsuzluğu nasıl olumluya çevireyim? Herhalde ‘görme geç, böyle daha uzun yaşarsın’ diyorlar. Belki de uzun yaşanır ama iyi mi yaşanır emin değilim. Hayatta konu yaşamak, mutluluk arayarak yaşamak, mutluluk inşa ederek yaşamak… Gayretle yaşamak gerekiyor.

BİZİM ÇOCUKLARIMIZ YAŞAMADAN BÜYÜYOR

Bir kazanma sevdasıdır gidiyor. Oynamadan kazanmak örneğin, hani benim çok konuştuğum konu. Topu rakibe vererek oyunda tutuyor. Bir ifadenin her yeri bozuk olur mu? Rakibe verdiysen sen oynamıyorsundur, rakibe vererek oynama diye bir şey olmaz. Rakip oynar sen izlersin. Kontratak oyunu mesela, rakibini tuzağa düşürmeye çalışıyor kazanmak için. Bu da olumlu bir şey gibi anlatılıyor. Futbolda böyle örnekler olunca, gündelik hayatta da aynı şeyler oluyor. Bir şey kazanabilmek için birini tuzağa düşürüyorsun, birinin önüne geçiyorsun. Bir toplumun çocukları yaşamadan büyüyorlar, inanılmaz bir şey. Bu çocuklar sınav meselesi derdi yüzünden yaşamadan kocaman çocuk oluyorlar. Sınava gidiyorlar, özel dersler, yaşamıyor ki çocuklar… Anneler babalar, ben de dahil, niye böyle şeyler yapıyoruz anlamak mümkün değil…”

CEM DİZDAR NASIL BEŞİKTAŞLI OLDU?

Şimdi Dizdar’ın hayatını biraz daha geriye sarıp adının özdeşleştiği Beşiktaş ile yollarının nasıl kesiştiğine bakalım. Dizdar’ın Beşiktaşlı olması aslında biraz da karakterinden geliyor. Sokaklarda top oynadığı çocukların çoğu ya Galatasaraylı ya da Fenerli. Ama Dizdar radyodan duyuyor, Beşiktaş diye de bir takım var. ‘Aksilik var ya bizde’ diyor çok aklına yatmasa da Beşiktaş’ı bir köşeye not ediyor. Gerçekten Beşiktaşlı olması ise bir düğün vesilesi ile Bayrampaşa’ya gelmesi ile oluyor. O günü şöyle anlatıyor:

“Teyzemin oğlu vardı orada, seni yarın maça götüreyim dedi. Sabahın 4’ünde bizi kaldırdılar. Bayrampaşa’dan minibüse bindik, ama ellerinde böyle battaniyeler falan var, garip bir durum benim için. Ne oldu, nereye gidiyoruz, nasıl bir maç? Geldik İnönü’nün önüne, ortalık ana baba günü. Bir çocuk için etkileyici bir şey. Şehir tamamen oraya inmiş. Sanıyorum Fenerbahçe maçıydı. Çok etkilenmiştim ortamdan, itiş, bağırış, kaçışma, kovalama, kapı tuttun tutmadın, aşağısı yukarısı… Sonra ben oradan dönerken kendimi Beşiktaşlı buldum.”

Dizdar fanatik bir Beşiktaşlı olarak bilinse de bu fanatiklik meselesine biraz kafayı takmış. Kendisi ‘fanatik değil ama bağlı’ olarak ifade ediyor:

FANATİK DEĞİLİM ÇOK BAĞLIYIM, HİÇ MAÇ KAÇIRMADIM

“Fanatiklik Türkiye’de niyeyse iyi bir şey diye anlatılıyor, aslında fanatik hasta demek. Şizofrenik bir durum bizde olumlu bir şey gibi ifade ediliyor. Fanatik değilim, ama çok bağlıyımdır. Mesela Beşiktaş maçını kaçırdığımı hatırlamıyorum. Beşiktaş’ın maçı varsa o gün benim için o maç vardır, bütün organizasyonum ona kuruludur. İyi Beşiktaşlı olma hali yapılan yanlışları görmeyi sağlıyor. Fanatik insanlar yanlışları göremiyor. Hep ötekiler yanlış yapıyor, sen hiç yanlış yapmıyorsun gibi geliyor. Benim bir çok Beşiktaş yazım, aslında Beşiktaş’taki yanlışları ve yapılmaması gerekenleri göstermeye çalışırken ‘daha iyi bir Beşiktaş nasıl inşa edilir’ derdiydi. Böyle bir Beşiktaşlılık bizimki. Yoksa kanımız aksa siyah-beyaz gibi bir durum değil, o fazla çocukça.”

TÜRKİYE LİGİNİN ZORLUĞU PALAVRA

Dizdar doğru bilinenlere karşıt görüşlerini açıkça söyleyen insanlardan. Aklındakini tepki çekeceğini bilse de söylüyor. Mesele hepimizin ezberinde olan, ‘Türkiye ligi çok zor’ iddiası. Dizdar’a göre bu tam bir ‘palavra’. Şöyle anlatıyor:

“Türkiye’de lig çok zor işi çok büyük palavra, Tam tersine çok kolay. Şuradan kapıdan dışarı çıkıyorsun, Kapıkule’yi geç, çantanı açmadan eve gönderiyorlar. İnsanlar ne Belçika’yı ne Hollanda’yı biliyor. Oradan en fazla iki tane takım adı biliyor, o ligde nasıl mücadele ediliyor, ne oluyor bilmiyor. Almanya’da, İspanya’da, İtalya’da lig nasıl sürüyor bilmiyor. Alt ligde ne antrenmanı yapılıyor, ne tür sorunları var, var olan sorunları bu yapılar nasıl çözüyor, bütün bunlara dair hiçbir fikirleri yok. Hiçbir fikri olmayınca da Avrupa’nın en faullü ligini çok zor sanıyor. Çok zor derken her halde faulden bahsediyorlar, çok faul yapılıyor diye. Türkiye’ye gelen yabancı futbolculara ve teknik adamlara da bunu söyletiyorlar. Büyük ihtimalle ‘bunun için sana ekstra para vereceğiz, önce bunu söyleyeceksin, toplumu uyandırma’ diyorlar.

Yalan yanlış işler yapanlara karşı huysuzum. Yani hırsıza herkes sinir olunur, herkesin bir tepkisi olur tacizciye, tecavüzcüye. Ama benim tepkim kişilerden öte bir yerde. Ben yapılarla daha çok ilgiliyim. Kişi bazen de durumun kurbanı oluyor. Birçok teknik adam başka şeyler yapmak istiyor, ama durum onu kurban ediyor. Mesela birçok insan aslında takımının iyi oynamadığını biliyor ama kendine kurban arayıp, takımımın içinde en zayıf gördüğü özneye yöneliyor. Çok sorun, çok da yapılmaması gereken şey var, gerçekten çok berrak. Bazen bunları insanlar nasıl göremiyor diye şaşıyorum, sonra da kendime şaşıyorum. ‘Ben ne yapayım’ diyen adam da iyi birisi değil. En azından söyleyebilirsin. Sen suyun akışını değiştiremezsin ama ‘bu su yanlış akıyor’ dersin. Bu bile bir başlangıçtır.

Bana diyorlar ki sen çok mu mükemmelsin? Böyle bir şey söyleyebilir miyim? Yapmam gereken şey, evet belki biraz tonumu, konuşmayı, öfkeli görünen halimi düzeltmek. Bazen öyle programlar da yaptığım oldu ama fark ettim ki, kimse izlemiyor, yazıyorsun kimse okumuyor. Enteresan yani, bu hayat da enteresan. O zaman fark ediyorum ki, aslında kendi rolümün kurbanı oluyorum. Gizli, sinik bir sarkastiklik var, hafif alay da ediyorum. Bunun bir karşılığı var diye düşündürüyor hayat bana her halde. Ben de aslında kendimden çok memnun olmayan biri değilim, biraz çatık kaşlı olmak gülmeyi bilirsen iyi bir şey.

Ben daha çok olumsuzluklara, eşitsizliğe karşıyım. Bu dünya eşit, adil, yaşanabilecek bir yer. Bizde eşitlik deyince herkes aynı parayı harcayacak zannediyorlar. Herkesin var ya o İtalyan arabaları, herkesin İtalyan arabası olsun… Öyle değil ya, herkesin eşitlik içinde, emeğinin karşılığını aldığı bir dünya.”

KÜFÜR EDENİ STADA SOKMAYIP ANTRENMANA GÖTÜRÜRDÜM

Peki Dizdar günün birinde büyük kulüplerlerden birinin başkanı olsa ne yapardı? Şöyle anlatıyor:

“Öncelikle takımdan birinin aleyhine tribünde organize olan ya da tekil davranan arkadaşları tribüne almazdım. Ama şöyle yapardım, onları stada almayıp antrenmana götürürdüm. ‘Siz sürekli paraya pula bakıyorsunuz ama bakın çok zor bir iş yapıyorlar’ diye gösterirdim. İkincisi, kati suretle benim takımlarım 24 yaş altında yığılmış takımlardır. Antrenmanı çok seven, anlatılanları öğrenen çocukları tercih ederdim. Çok yetenekli olmayacak, antrenmanı sevecek, anlatılanı öğrenen çocuk olacak. Bu çocuğun bizim buralardan olmasına da gerek yok, Almanya’da ise Almanya’da, Kamerun’daysa Kamerun’da, Trabzon’da, Çorum’da, neredeyse… Bunları bulacak bir organizasyon tesis etmeye çalışırdım. Tabi en önemlisi benim yaptığımı herkese zorunlu tutmak için gerekli yasal düzenlemeler…

Ayrıca kesinlikle takımımda bir basketbol ya da hentbol hocası istihdam ederdim. Set oyunlarını ya da duran top oyunlarını çalıştırmak için. Oradaki hocalar kesinlikle bizden daha gelişmiş hocalar. Bunları sürekli takımda tutmana gerek yok, ayda 3 kere, 3 antrenmanda, devre arası, sezon başı antrenmanlarda veya toplu antrenmanlarda orada olacak şekilde istihdam ederdim.”

HELİKOPTERLE TEKNİK ADAM GÖTÜRMEK DE NEYİN NESİ

Kendi hayatında okumayı ve öğrenmeyi en önemli yere koymuş olan Dizdar, futbolculardan da benzer şeyler bekliyor. Futbolcuda ilk aradığı şeyin öğrenebilme özelliği olduğunun altını çizen Dizdar, “Futbola, bilgiye, futbolun bilgisine özel olarak meraklı olmalı, mutlaka hobisi olmalı, mutlaka futbolun dışında bir şeyle ilgilendiğini gösterebilmeli. Mutlaka zihni navigasyon gibi çalışabilmeli. Yön bulabilmeli, bir yere kendi başına gidebilmeli. Ben gerçekten anlayamıyorum. Özel uçaklarla buraya sporcu getiriyorlar, helikopterlerle teknik adamları gidecekleri yerlere götürüyorlar. o kadar borcun var, helikopter neyin nesi. Binecek arabasına gidecek gideceği yere. Bu zenginlik göstergesi niye? Gerçekten ayıp oluyor… Bu teknoloji çağında çok ayıp şeyler. Sen uçağa binip Portekiz’den İstanbul’a inemezsin diyorsun. Oradan bir araba tutup, bilmem ne kulübüne gelemezsin diyorsun. Çok garip değil mi? Adamı rahat ettirmeyle hiçbir ilgisi yok. Adamlar da geliyorlar ilk iki maç oynuyorlar, üçüncü maçta senin ülkende ne yapılıyorsa taklit ediyorlar.” diyor.

GENÇ FUTBOLCULARI EZEN SİSTEMİN TA KENDİSİ

Dizdar’ın Arda Güler ve diğer genç yeteneklerle ilgili de söyleyecekleri var. Aslında söyleyecekleri kişiler değil sistemle ilgili. Konuşmasının genelinde olduğu gibi vurguyu yine sisteme yapıyor ve şöyle konuşuyor:

“Arda’nın daha zamanı var, pişmesi lazım diyorlar. Tamam da nedir bu söylediğin? Pişmesi veya olgunlaşması gereken şey ne? Fiziksel olarak mı yetersiz, kasını ölçtün de sorun mu var, zihinsel olarak mı yetersiz? Bunu ezerler diyor mesela, ya bunu ezen sistem işte. Trabzon-Galatasaray maçı 34 faul. Bu sistemde çocuk olur mu? 34 faulün 6’sını çocuğa yapsan gitti…

Sen büyük fotoğrafı değiştirmediğinde, yapısal sorunları çözüp yapıyı değiştirmediğinde, çocuğu yükseltemezsin ki. Bir süre sonra şöhret olmanın, özel birisi olmanın ona yettiğini vaaz eden her şeyi ele geçiriyor. Kerem şöyle oldu, Yunus böyle oldu, Arda böyle oldu, Emirhan böyle oldu diyorsun, konu o değil ki. Konu; niye bu çocuklar buralarda büyüyemiyor, niye çocuk 19 yaşında 24 yaşındaki bir çocuk gibi oynayamıyo, neden olgun bir oyuncu olmak için 26 yaşını beklemek zorunda? Soru bu…

MÜZİSYEN OLMAK İSTERDİM

Dışarıdan hayatla devamlı bir derdi varmış gibi görünen ve kendisi de bunu saklamayan Dizdar, aslında kendisine de karşı olduğunu ve belki de bu nedenle çok huzursuz göründüğünü söylüyor:

“Acaba başka bir hayat yaşayabilir miydim diye düşünüyorum. Hep bana sorarlar sen ne olmak isterdin diye, belki de hep onun huzursuzluğu var üzerimde. Ben hayatta sadece müzisyen olmak istedim, belki de müzisyen olamadım diye böyleyim. Bağlamayla uğraşıyorum, biraz klarnetle uğraşıyorum. Bazen elime almıyorum, 6 ay, 1 yıl elime hiç birini sürmüyorum. Müzik bambaşka bir durum insan için. “

spot_img

SON YAZILAR

BUNLAR DA İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR