Storybox / Özel Röportaj
Küçük yaştan itibaren ticaret hayatına atılan, hem okuyan hem de çalışan İzzet Pinto, Türkiye’nin en sıra dışı girişimcilerinden. Bir müşterisinin isteği üzerinde hiç aklında yokken Türk dizilerini yurtdışına pazarlamaya başlamasıyla hayatı değişen Pinto, aynı zamanda Muhteşem Yüzyıl, Fatmagül’ün Suçu Ne, Gümüş ve 1001 Gece gibi dizileri 100’den fazla ülke ile buluşturdu ve olmayan bir sektör yarattı. Pinto, iş hayatını, başarılarını, başarısızlıklarını Storybox’a anlattı.
ELİNDE VALİZLE TAYLAND’A
1978 doğumlu İzzet Pinto, yokluk içerisinden gelen değil ama sonradan zorluklarla tanışan bir işadamı. Lise 2’den sonra okumak için Amerika’ya gitse de ailesinin durumunun bozulması ile okulu bırakıyor ve ticarete atılıyor. Uzakdoğu’dan ithalatın çok moda olduğu o dönemler, Pinto da soluğu Tayland’da alıyor.
20 yaşında elinde bir valizle gidip Bangkok’a yerleşen Pinto’nun 5 yıllık macerası başlıyor. Ancak ilk zamanlar çevresinin korkutması nedeniyle babası da kendisiyle geliyor. Ancak ne yapacakları hakkında bir fikirleri yok. Bir şeyler alınıp satılacak ama ne? Önce Tayland ticaret merkezine gidip ‘Burada ne iş yapılır’ diye soruyorlar fakat muhatapları gülmeye başlıyor, “Hayatımızda duyduğumuz en saçma soru” diye. Ondan sonra Pinto ailesine içinde bütün ihracatçıların bilgilerinin olduğu ansiklopedi gibi bir kitap veriyorlar. Pinto, şöyle devam ediyor:
İŞPORTACILIK YAPTIM, GÜNDE 5-10 DOLAR KAZANDIM
“Babamın değişik girişimleri olmuştu ama orada yapılabilecek bir iş aklımızda yoktu. Sonra bir gün yağmur yağdığı için bir alışveriş merkezine girmemiz gerekti. Girdiğimizde bir baktık 5 dolara ayakkabı satıyorlar. Tamam dedik, biz işi bulduk. Çünkü eğer perakende olarak 5 dolara satıyorlarsa, kesin bunun toptanı 3 dolardır. Orada imalatçısını bulduk ve uzun süre ayakkabı işi yaptık.
Sonra çok inişli çıkışlı bir dönem oldu. İşler kötü gidince babam beni geri çağırdı fakat o kadar keyif alıyordum ki Tayland’daki hayattan, benim için cennetti. Özellikle gece hayatı çok keyifliydi bu yüzden dönmek istemedim ve hayatımda ilk defa babamla restleşip orada kaldım. Babam da geri dönmem için artık para göndermeyi kesti, tek başıma kaldım. Haftalarca işportada çalıştım. Hani burada Afrikalıları görüyorsunuz ya yollarda bir şeyler satıyorlar, aynen o şekildeydim. Türkiye’ye göndermediğim stok ayakkabı ve çantalar vardı, bunları satmaya başladık. Günde işte 5 dolar-10 dolar kazanıyordum.”
SARS VURDU, TÜRKİYE’YE DÖNDÜ
İşportadan fazla para gelmeyince bir risk almaya karar veriyor ve Çinli bir tefeciden borç alıp dükkan açıyor. Dükkan işi iyi gidince zaman içinde 6 şubeye kadar çıkıyorlar. Pinto bu sırada 23 yaşında.
Ancak Sars virüsünün çıkması ile işler yine terse dönüyor. Turizm çöküyor ve dükkanlar iş yapmamaya başlıyor. Dükkanları teker teker kapatıp 25 yaşında memlekete geri dönmeye karar veriyor Pinto. Döndükten sonra 28 yaşına kadar birçok iş deniyor ama pek tutmuyor. Özellikle aradaki yayıncılık işi çok enteresan, aslında şimdiki işinin de temelini oluşturuyor. Pinto anlatıyor:
AYAKKABICILIKTAN YAYINCILIĞA
“Kuzenim reenkarnasyonla ilgili olarak bir kitap yazdı. Adı, “Ben 44 yaşımdayım, oğlum 53.” O kitabı alıp okumaya başladım. O kadar etkilendim ki, bu işi yapmaya karar verdim. Hemen kuzenimi aradım, adı Stella. Dedim ki, Stella ben seni dünyaya açacağım. Hatta o da çok şaşırdı, ‘sen ayakkabıcı değil misin’ dedi. Ben de boş ver sen onu ben her işi yaparım dedim. O kitabı yurtdışına pazarlamaya karar verdim. Google’a ‘yurtdışına kitap nasıl satılır’ diye yazdığımda karşımda New York’taki bir fuar çıktı ve son paramla New York’a gittim. Orada kapı kapı gezdim. Tayvan’daki çok önemli bir ajansı ikna ettim.
Kitap Tayvan’da Çince yayınlandı ve 4 numaraya ulaştı, best seller oldu. Ondan sonra Brezilya’ya, Tayland’a, bir sürü ülkeye sattım. Oradan aldığım özgüvenle bu sefer önemli yazarlarına ulaştım. Aslında çok iyi gidiyordu, manevi olarak ciddi bir tatmin vardı. Türk yazarlarını yurt dışına açıp farklı dillere çevrilmesini sağlamak güzel bir duygu, fakat maddi karşılığı olmadığı için o işi de bıraktım.”
28 yaşında ise beklediği fikir kuzeninin kızından geliyor: “Niye yurtdışına format satmıyorsun? Hani Acun yapıyor ya işte, yurtdışından buraya format getiriyor, sen tam tersini yapacaksın, bu sefer kitap değil Türk formatlarını yurtdışına satacaksın.” O zamanlar çok popüler bir Türk formatı vardı, Gelinim Olur Musun adında. ‘O formatı yurt dışına satarsan bu iş tutar’ dedi.
BORÇ PARA İLE FUARA GİTTİ
Hemen kolları sıvıyor ve Cannes’da bir fuar olduğunu öğreniyor. Ama cepte yine pek para kalmamış. Arkadaşından borç alıp fuara katılıyor ve ilk günden her şey değişiyor: “Bir anda kuyruk oluştu. Herkese çok ilginç geldi, bir kaynananın gelinini seçmesi, bütün kızlara bağırması, ondan sonra teker teker hepsini denemesi çok sıra dışı geldi ve birçok ülkede yayınlandı. İtalya’da RAI kanalında yayınlandı, Ortadoğu’da, Kore’de yayınlandı ve bu sayede ben Global Agency’i kurdum.”
TÜRK DİZİLERİ YURTDIŞINDA NASIL PATLADI
Format satışı ile yavaş yavaş yükselen Pinto asıl patlamayı Türk dizileri ile yapıyor. Aslında bu dizi işinin tutacağına hiç inanmıyor önceleri. İşin başlamasını ve devamını şöyle anlatıyor:
“Binbir Gece’yi temsil ettiğimde tutacağına veya dünyanın Türk dizisi alacağına hiç inanmıyordum. Hatta kim Türk dizisi izler ki diyordum. Yarışma formatı sattığım müşterilerimden biri ‘niye Türk dizisi satmayı denemiyorsun? Bana Türk dizisi bulsana’ dedi. Ayıp olmasın diye onun için Türk dizisi araştırmaya başladım ve yapımcıların kapısını çaldım. Herkesten DVD’lerini aldım ama sonra bu müşterim kayboldu. Sürekli arıyorum, telefonlarımı açmıyor. Hem benden dizi istedi, hem telefonlarımı açmıyor. Yaklaşık 8-10 ay sonra Bulgaristan’da format sattığım bir müşteri bana bir e-mail yolladı ve ‘Bana Türk yapımcılar bulabilir misin, dizilerine bakmak istiyorum’ dedi. Hiç uğraşma bende hepsi var dedim.
Aslında amacım masamın üzerindeki DVD’lerden kurtulmaktı. 1 senedir gözümün önünde duruyor böyle 50-100 tane DVD. Zaten kimse ilgilenmemiş, araştırdığım kişi de ilgilenmemiş. Bütün DVD’leri ben Bulgaristan’a yolladım. Sonra bir e-mail aldım. Dedi ki, ‘bu dizilerin arasında Binbir Gece adında bir dizi var biz bunu alacağız.’ Ben de şaşırdım. Hatta gönderdiklerimin içinde öyle bir dizi olduğunun da farkında değilim. Diziyi aldılar, ben de ufak bir kar koyarak satışını yaptım. Birkaç hafta sonra çekinerek bir e-mail yolladım. Hani diziden memnun musunuz diye, mahcup olmak istemiyorum. Çünkü bana göre ‘yayından kaldırdık’ diyecekler büyük bir ihtimalle. Gelen cevap, ‘Size ne kadar teşekkür etsek az, 3. olan kanal sayenizde 1 numara oldu, yüzde 50 share aldık.’ İşte bende o anda ampul yandı. Dedim ki elimde aslında bir elmas varmış benim.
HİÇ İNANMADIĞIM İŞ EN İYİ İŞ OLDU
Herkesi aramaya başladım. Dedim ki, dünyanın en iyi dizisi bende, mutlaka bunu almanız lazım. Bir anda çok inandım Binbir Gece dizisine. Sırbistan’a, Hırvatistan’a, Yunanistan’a, Ortadoğu’ya, sonra Asya, yıllar sonra Güney Amerika derken, 80 küsur ülkeye Binbir Gece dizisini sattık. Hikaye böyle başladı aslında. Hiç inanmadığım bir şey, en çok inandığım işe dönüştü.”
Binbir Gece ile başlayan hikaye diğer popüler Türk dizilerinin dünyaya pazarlanması ile devam ediyor. Bazı dönemler dünyada 100 ülkede 400 milyon kişi bir gecede Türk dizisi izler hale geliyor. Özellikle Muhteşem Yüzyıl, Fatmagül ve Gümüş gibi diziler bu yolu iyice açıyor.
Türk dizilerinin yurtdışına bu kadar yoğun pazarlanması ve neredeyse sıfırdan 350 milyon dolarlık dizi ihracatına ulaşan süreç kendisine çok gurur duyduğu bir ödül de getiriyor. Cannes’daki ödülü şöyle anlatıyor:
“Bir sürü ödüller aldık. Uluslararası Emmy Ödülleri’ne 2 kere aday olduk. Ama aldığım en önemli ödüllerden birisi, benim için en unutulmaz ödül, Fransa’da verilen onur ödülüydü. Ben Cannes’daki fuara ilk katıldığım zaman en küçük stantla katıldım. 10 metrekareydi, sıfır dekorasyon, insanlar geçerken burası ne diye bakıyordu. Ama sonra gün geldi Cannes’daki en büyük stantlardan birisine sahip olduk. Her yerde afişler, reklam kampanyaları… Fuarı düzenleyen şirket bir gün beni aradı, dedi ki ‘bu sene bir ödül töreni düzenleyeceğiz, dünyada televizyon sektörüne yön veren 4 kişiyi seçiyoruz. Özellikle hem buradaki büyümeden dolayı, hem de Türk dizilerinin geldiği noktaya baktığım zaman bu ödülü sana vermeye karar verdik.’
Cannes’da çok şık bir gecede onur ödülü verdiler, benimi için inanılmaz bir gündü. Çünkü gerçekten sıfırdan başladım, borçla küçücük bir stantla başladım ama sonra onur ödülünü alabildim. “
İŞİN SIRRI DENEMEK VE VAZGEÇMEMEK
Pinto’nun hayat hikayesinde en önemli şey denemek, vazgeçmemek ve farklı olanı aramak. Şöyle anlatıyor:
“Denemekten vazgeçmiyorum, hala da vazgeçmem. Çünkü bence hayatta başarılı olmak için, bu arada bence başarı para kazanmak değildir, hayat motivasyonu çok önemli. Mutlu olmak bir kere başarıdır. Mutlu olmak için o coşkuyu kaybetmemeniz lazım. Biraz heyecan bağımlılığı da var. Sürekli yeni şeyler denemeyi seviyorum, çünkü bana bir oyun gibi geliyor bu. Satranç oyunu gibi. Bir adım atıyorsunuz, karşınızdaki başka bir adım atıyor ve hayat aslında çok eğlenceli bir oyun, önemli olan keyif olmak.
Herkes beni hayalperest olarak görüyordu. Fakat ben hayal kurarak besleniyordum ve başarılı olmak için hayal kurmanız lazım, ama hayalperest değilim. Hayalperest insanlar ayakları yere basmayan, uçuk fikirleri olan insanlar. İnsanlar bu farkı anlayamıyordu. Zaten hayal kurmazsanız nasıl başaracaksınız.
Hep mottom şu oldu; her gün yeni bir başlangıç. Dediğim gibi işte, 20 kez denedim olmadı, 21’incide oldu. Onda da olmasaydı bugün 45.yi deneyecektim ama vazgeçmeyecektim. Girişimci olmak istiyorsanız pes etmeyeceksiniz, pes etme lüksünüz yok.
Önemli olan herkesin yaptığından farklı bir şey yapmak. Mesela Tayland’da herkes oradan ihracat yaparken, ben ithalat yaptım, Türkiye’den getirdim. İşte ne bileyim, Türkiye’ye herkes dizi ithal ederken, film ithal ederken, ben yurtdışına sattım. Formatta da öyle. Aslında herkesin yaptığının tam tersini yapmak bazen işe yarıyor. Gençlere vereceğim en büyük tavsiye de sıra dışı bir fikir bulmak. Çünkü şu anda artık herkes her işi yapıyor ve fark yaratmak zor. Ama sıra dışı bir şey yaparsanız o zaman ilk günden aslında iş iyi başlayabiliyor.”