Dünyaya nam salam dondurmacı / Asırlık çınar Mado’nun hikayesi

StoryBox’ta bu hafta MADO’nun kurucusu Mehmet Sait Kanbur var. Dededen, babadan dondurmacı olan Kanbur, MADO’nun kuruluş aşamasından geldiği noktaya kadar yaşadıklarını tüm detaylarıyla anlattı. İtalyan dondurmasını merak ettiği için askerden sonra az bir parayla bu ülkeye giden ve hem ürünün yapılışı hem de satışı ile ilgili deneyimler kazanan Kanbur, “Oraya zor gittim ama markalaşmaları, ne olup bittiğini öğrendik. Bu da bizim önümüzü açtı. Babam, dedem, babamın dedesi dondurmacı. Bu işin içinde doğduk. Çok mücadele verdim. Ben babamdan sadece iki tane dondurma aldım, bugün 250 tane dondurmaya kadar yaptım. Benim gayem sadece yurt dışında dondurma satmak değil, Türkiye’yi anlatmak, Türkiye’yi pazarlamak… Benim sevdam o. Çok para kazanayım diye bir iddiam yok. Benim iddiam önde koşmak, birine model olmak” diyor.

Sadece Türkiye’de değil, yurtdışında da en çok bilinen Türk markalarından biri olan Mado’nun patronu Mehmet Sait Kanbur, 1949 Kahramanmaraş doğumlu. Atadan dededen dondurmacı olan Kambur, dönemin şartlarında altı ahşap üstü toprak elektriksiz susuz bir evde hayata adımını attığında elbette bugünleri öngöremezdi ama hayat onun beklediğinden çok farklı bir şekilde gelişti.

Eski günleri anlatırken zenginlerle fakirlerin aynı mahallelerde birlikte yaşadığı, insanların ne kadar varsıl olursa olsunlar yoklukta bir eşitlik olduğuna ve şimdiye göre çok farklı olan yaşam tarzlarına vurgu yapıyor. Sonuçta o dönem zengin de olsan fakir de olsan çarşıdan alabildiğin tek şey taze pide. Geri kalan ihtiyaçlarını herkes evde üretmek zorunda.

BABASI SEYYAR DONDURMACI

Şimdilerde dünya markasına dönüşmüş Mado’nun patron koltuğunda oturan ama eski günleri hiç unutmayan Kambur, maziyi ve aile işine başlayışını şöyle anlatıyor:

“Okuldan geliriz doğru hemen dükkana koş. O zaman dükkanımızda su yok, karşı çeşmeden getirirdim suyu, oradan getirir bulaşıklar yıkanacak, müşteriye ikram edilecek… Artık ortaokula gitmeye başladık ama baktık dükkanda işimiz çok, oraya mı gitsek, buraya mı gitsek falan biraz da mesleği daha çok sever gibi oldum, dondurmacılığa daha yatkın gördüm kendimi. Babam, dedem, babamın dedesi, hepsi dondurmacı, bu iş ecdattan beri geliyor. Geçmişimiz var. Babam rahmetlik daha önce seyyar dondurmacılık yapıyordu. Buzdolabı yok, şu yok bu yok. O zaman karla yapıyoruz dondurmayı. Her evde bir kar avlusu var. Babam seyyardan sonra işi artık bir dükkan haline getirdi orada da adını koydu Yaşar diye. Biz o şekilde orada başladık.

Görevi zamanla biz devraldık, babamız çok sert bir adamdı ve model bir adamdı. Duruşuyla yürüyüşüyle, onu model aldım. Benim yaşam tarzımda babam hiç taviz vermedi. Kendi hayvanlarımız vardı, kendi sütümüzü kendi hayvanlarımızdan alıyorduk sütün kalitesi bozulmasın diye. Şimdi yine çiftliklerimiz var, sırf kalitesi bozulmasın… Süt en iyi olmazsa, dondurman iyi olmaz. Elman iyi olmazsa dondurman iyi olmaz, çileğin iyi olmazsa dondurman iyi olmaz.”

ROMA DONDURMASINI ÖĞRENMEK İÇİN İTALYA’YA GİTTİ

Mehmet Sait Kanbur kendini dondurma işinde bulunca işin sadece dedenin babanın işlerini devam ettirmekle olmayacağını anlıyor. Onun aklı hep işlerin nasıl geliştirilebileceğinde. Bunun için de Roma dondurmasının nasıl olduğunu uzun yıllardır merak ediyor ve hep İtalya’yı düşünüyor. Ama tabi o dönem şimdiki gibi kolay değil Avrupa’ya gitmek. Yine de bir yolunu buluyor ve Roma dondurması gerçeğini öğrenmek için İtalya’ya gitmeyi başarıyor. O günleri şöyle anlatıyor:

“Kafaya koydum ve askerden sonra İtalya’ya gittim. Ama cepte beş kuruş yok, geceleri o büyük tren istasyonlarında yatıyorum. Bir dondurmacı dükkanında çalışmaya başladım. Çalıştık çalıştık, adamın bize para vermesi gerekirken adam benden para istedi. Allah Allah, olur mu böyle şey? Adam burada iş öğrendiniz dedi. Demek ki akıl parayla satılıyormuş, paran olursa akıl alabilirsin. Buna günümüzde danışmanlık deniliyor işte.

Bakmakla görmek ayrı şey. Hepimiz şuradan camdan dışarıya bakalım, hepimiz aynı yeri göremeyiz. Orada hep onu izledim, iş prensiplerini izledim. Kuralları, işe olan bağlılıkları izledim. Markalaşmanın ne olduğunu öğrenmeye çalıştım.

İLK KLİMALI ARABAYI BEN GETİRDİM

Çok mücadele verdim, o zaman Türkiye’de dondurma diye bir şey yok, markalaşma diye de bir şey. Markalaşmak demek sadece tabela asmak zannediliyor. Bayilik gibi, böyle bir şey yok. Bir sistem veriyorsunuz, kolay değil. Onları öğrenmeye çalıştık. Artık teknoloji de ülkeye girer hale geldi, buzdolapları falan. İlk klimalı arabayı ben getirdim mesela. Bu işi sektör haline getirdik ve işin artık reklamını anlatmaya başladık. Özal hükümeti döneminde kendisi bize ‘sen de fuara gideceksin’ dedi. Sayın başbakanım, valla benim param yok ben oraya nasıl giderim?”

Neyse işler bir şekilde halledilir ve Almanya’daki gıda fuarının yolunu tutar. Önce üç beş kelime Almanca derken esnaflığın verdiği avantajla ürünü yavaş yavaş tanıtmaya başlar. Fuarlara gide gele işi nasıl yapacağı ve büyüteceği de aklında şekillenmeye başlar. Zaten Mado’nun doğuşu da buradan başlar.

MADO: Mehmet Ağa’nın Dediği Olur

O dönem Kahramanmaraş’ta Yaşar Dondurmamız adlı bir dükkanları vardır. Babası vefat ettikten sonra MADO adında yeni bir dükkan kurmaya karar verir. MADO Maraş dondurma demek ama aile içindeki anlamı ‘Mehmet Ağa’nın Dediği Olur.’ MADO’yu kurduktan sonra ilk iş İstanbul’un yolunu tutar. Şöyle devam ediyor:

“5-6 kişi ortaklık yaptım, güvenilir arkadaşları oyunun içine aldım, yalnız başıma yapacak gücüm yoktu. Babamızdan miras dondurma kaldı ama bir de kendimize özgüvenimiz kaldı. 1992’de İstanbul’da Bağdat Caddesi’nde dükkan açtım. Arada davetli olarak ABD’ye North Carolina’ya gidip dondurmacılık yaptım. Orada dondurma ile yaptığım şov çok beğenildi, böyle bizim dondurma uzuyor filan. Ama oraları çok sevmedim açıkçası. Fakat orada sistem kurmayı öğrendim.

YAPAN DEĞİL, SATAN USTA

Franchise nedir bilmiyorduk. Türkiye’de ilk franchise veren benim. Baktık ki franchise bir sistem, bir bayilik değil. Sen sistemi veriyorsun, devamlı onunla yaşıyorsun. Ürünü geliştiriyorsun, konsepti geliştiriyorsun, onu takım içine sokuyorsunuz, beraber çalışıyorsunuz. Hep ileriye doğru taşımak zorundasınız. Biz 3-5 dükkanla başladık ama şu anda 300’den fazla Türkiye’de, 40’tan fazla da yurt dışında dükkan var. Bunlar kolay değil ki… Bütün bayilere şunu söylerim, önce sen kazanacaksın sonra ben kazanacağım.

Ticarette dik duracaksınız, eğik ticaret olmaz. Frenchise’ın ne olduğu bilinmiyordu, biz onu anlatmaya çalıştık. Marka gücünü anlattık, sana verdiğim şemsiye orada seni yağmurdan, yaştan korur. Çok emek verdik, kolay değil bunlar. Hayat yazılmaz yaşanır. Biraz yaşayarak olur. Hayat yaşanır yaşanmasına da düştüğünüz yerden kalkmayı öğreneceksiniz. Kendi ayakların üzerinde kalkacaksın, kimseye yük olmayacaksın. Taşımaz, ailen de anan da baban da, kimse taşımaz. Paylaşmayı bileceksiniz. Ticaretin, dini, imanı, milliyeti olmaz. Ticaretin tek dili olur, kazanmak.

Her zaman şunu söylüyorum, yapan değil, satan usta. Yapabilirsiniz ama satamazsınız. Satışın dili var, o dili konuşacaksınız. İstanbul’un dili başka Anadolu’nun dili başka. Müşteri geldiği zaman gözüne bakarsın, ‘Emmi hoş geldin, birine amca hoş geldin, birine abla hoş geldin, hanımefendi hoş geldin.’ Bunlar da yaşayarak olur.

Ben babamdan sadece iki tane dondurma aldım, sade ve fıstıklı. Bugün 250 tane dondurmaya kadar yaptım. Çalışmadığım meyve, çalışmadığım ürün yok. Biz işi bir yere doğru taşıdık. İstesek iki tane dondurmada oturur dururduk. Ama bizden sonraki de 200 tane koyacak onun üzerine. Bu böyle olacak.”

GENÇLERE PATRONLUK FIRSATI

Kambur, konuşmasında kurduğu yeni bir iş modelinden de bahsediyor. Gençlere yönelik bu projenin adı ‘kendi işini kendin kur.’ Gençlere destek olup küçük dondurmacı dükkanları yapmaya çalışıyor. Ama buradaki şart işi alanın dükkanı kendisinin çalıştırması. Bu işi toplumun yükünü almak ve gençleri oyunun içine çekmek için yaptığını söyleyen Kanbur, “Gençlere kafede git otur, garsonluk yap demiyorum. Gel kendi dükkanını kendin kur. Ama kendin çalışmak kaydıyla. 26-36 ayda amorti ediyorsunuz ve 1.5 milyarlık dükkanın sahibi oluyorsunuz. Öyle hale geldik ki, sen ağa ben ağa, ineği kim sağa… Gençlere diyoruz ki, ineği siz sağmayı öğrenin.” diyor.

Dondurmalardan çorbalara, lahmacundan kahveye kadar her ürünün bir hikayesi olduğunu söyleyen Kanbur, şöyle devam ediyor:

“Türkiye konuda gastronomi ülkesi olsun. Buna anlatalım, bunun için Kahramanmaraş’ta turizm otelcilik okulunu, Ankara’daki turizm otelcilik otelini ve İstanbul Etiler’dekini aldım. Buralardan ustalar yetişsin ve bizim kültürlerimizi yurtdışında anlatsınlar istiyorum. Zaten benim gayem sadece yurt dışında dondurma satmak değil, Türkiye’yi anlatmak, Türkiye’yi pazarlamak, benim sevdam o. Çok para kazanayım diye bir iddiam yok. Benim iddiam önde koşmak, benim iddiam birine model olmak, ülkenin yükünü almak. Ülkenin yükünü aldığın zaman hafifiler ama gençler bunu çok dinlemek istemiyor, çok hoşuna gitmiyor. O diyor ki ben nasıl gezeceğim, nerede tatil yapacağım?

Şu anda 43 ülkede varız, 7-8 tane de sözleşme hazırladığım var. Bulgaristan’da, Azerbeycan’da Almanya’da cep üretimim var. Şimdi Amerika’ya vermeyi düşünüyorum, Mısır’la da görüşüyorum.
Endonezya ve Malezya’ya 100’er dükkan anlaşması yaptık. Pandemi olmamış olsaydı daha hızlı büyüyecektik. Yurt dışında da Mado market diye yeni bir konsept geliştirdim. Hep donmuş ürünler var orada, Mado yöresel ürünleri o tarafa kaydırmak istiyoruz.

Benim fabrikanın bir tanesinin günlük kapasitesi 150 ton, öbürünün 70 ton. Sütlü tatlı bölümünde günde 40 ton süt işliyorum. Şimdi ona da geçtim. Donmuş kazandibi ve muhallebiyi yurt dışına göndermeye başladım.”

HAYAL GÜCÜN OLACAK

Peki sıfırdan gelen bu büyümenin en önemli sırrı ne? Şöyle yanıtlıyor:

“Hayal gücün olacak bir defa, özgüvenin olacak. Ben önde koşacağım diyeceksin. Para ya işten ya dişten, öyle havadan akması mümkün değil. Diğerinden farklı olabilmem için ne yapman lazım, çok çalışman lazım. İş ne demek çalışmak, diş ne demek tasarruf. Aileye yük olma, ailenin yükünü taşı… Avrupa’ya bak, çocuk 18 yaşı geçince üzerine para vermez. Herkes Alman usulü, kendi parasını vermeye çalışır. Git şimdi Amerika’ya, Obama’nın kızı kasiyerlik yapıyor. Niye, paraya ihtiyacı olduğu için. Hayata ihtiyacı var, hayata. Hayata dokunacaksınız, özgüven de bu. O zaman birine model olursun, sen de birini model alırsın, bu kadar basit.”

spot_img

SON YAZILAR

BUNLAR DA İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR